24 Nisan 2012 Salı

Kovulmuşların Evi / Ali Ayçil / Timaş Yayınları





Adı               : Kovulmuşların Evi
Yazar           : Ali Ayçil
Çeviren      : -
Sayfa           : 109
Yayınevi     : Timaş Yayınları
Baskı           : 4. Baskı
Fiyat           : 9,00 TL


* İnsanın en dürüst anları, kendisine kendisinden başka kimsenin kalmadığı anlardır. Böyle anlarda vicdanın azabıyla da konuşabilir insan, azap çeken vicdanıyla da...
sf. 8

* Biliyorum ki insan, ölünceye kadar kendi cevapsız sorusunun çengelinde asılır, ölünceye kadar kendine mağlup olur.
sf. 13

* Bazen, daha sabahleyin kalkar kalkmaz buruşmuş buluyorum dünyayı. Öylesine suya koyulmuş ve konulduğu bardağın içinde unutulmuş bir çiçek sapı gibi, rengi atmış yapraklarımın arasında bükülüp duruyorum; ruhumu bir türlü çıkaramıyorum kapandığı evden.
sf. 14


* Bazen gidecek hiçbir yerim olmuyor benim, bir korkuluk gibi dikilip duruyorum insanların ortasında.
sf. 15

* Yoksunluk zamanlarının ruh halini bilirsiniz; insan kendini günlerin akışına bırakır, dünya yavaş yavaş emrini yürütür ve siz narkoz almış bir hasta gibi, başınızdan geçenleri bir başkasının başından geçiyormuş beyhudeliği ile seyredersiniz.
sf. 26

* Dünyanın renklerinden soğumaya başladığımızda, konacağı yeri kestiremeyen karasız bir yaprak hafifliğiyle savrulur dururuz kaldırımlarda. Oysa hayat işini bilen bir tüccardır; kendisine karşı duyduğumuz hevessizliğin bir kopmayla sonuçlanmaması için hemencecik başka bir rafının önüne çeker bizi.
sf. 35

* Biliyor musunuz, dünyada en rahat işgal edilen hayat, körü körüne geçmişine bağlı insanların hayatlarıdır. Onlar eski bir zamanın sırtlarında uykuya çekilirken, dünyanın akan ırmağı altlarındaki toprağı söküp götürüverir. Ve zaman onları hiç sevmeyecekleri yeni, bambaşka bir hayatın kucağında uyandırır.
sf. 43

* Uzun, sıcak günlerin beyhudeliğiyle iki mevsim arasındaki belirsiz köprüden geçip güze vardığımızda, anlarız ki yaz yalnızca bir ihanetmiş: Tabiatın bu büyük solgunluğuna, bu büyük can çekilmesine, koca bir kış ölüsünün uzatılacağı bu musallaya bizi hazır etmek için, uzunca bir süre kalbimizi oynaş tutan bir sadakatsizin tekiymiş yaz...
sf. 53

* O sakin yüzde hiç belli etmeden ekin tarlaları yeşerir, harmanlar kaldırılır, koca bir bağ bozulur; ama o yüz ne hevesini ne de kuruntusunu ele verirdi. Yekpare bir zaman aynasına benzerdi onun yüzü. Annemin yüzünün tam karşısında, iki ablamın ve sürekli evimize girip çıkan komşu kızlarının yüzleri dururdu. Bu acemi kızları nasıl da çabuk avlardı mevsimler. Üzerinde gölge oyunu oynayan bir perde gibiydi onların yüzleri: Açılır ve kapanırlardı; yumuşar ve sertleşirlerdi; kaybolur, sonra yeniden bulunurlardı...
sf. 71

* Tabirlerden çıkmayan bu kadınlar bize, gelecek perdemizi akılla yırtamayacağımızı; insanın kendi geleceği karşısında nasıl da yalnız ve çaresiz kaldığını; bütün yaşayacaklarımızın bir yerlerde kayıt altına alındığını işaret ederler. Bir de, rüya gibi bir hayatı olmayanların pek çoğunun, rüyalarından başka bir hayatlarının olmadığını...
sf. 76

* Alelade müziklerin, ölüm sahnelerinin, çıplak görüntülerin, hırçınlığın ve telaşın boca edildiği küçük kelepir evlerde, bu her şeyi bilen insan yavrularının aklı karanlık bir ormana dönüyor oysa. Bir gün onları kendi bedenleriyle hayatın içerisine bıraktığımızda, izledikleri filmlerin korkularına benzer bir korku, oynadıkları elektronik oyunların heyecanına benzer bir heyecan bulamadıkları için, bu tekdüze dünyadan öç almayı deneyecekler. Ya fazlasıyla içlerine kapanarak yapacaklar bunu, ya fazlasıyla saldırganlaşarak. Adını çocukluk koyduğumuz o büyük uygarlık, büyüklerin sorumsuz zevkleri tarafından işgal edildikçe, soyumuz daha bir vandallaşacak...
sf.81

* Yıllar boyunca sıcaklığına tutunduğumuz eşya, bizi kendi ismimizle, kendi bedenimizin sıcaklığıyla baş başa bırakıyor nihayet. Anlıyoruz ki, helak olmak için ille de gökten büyük bir cezanın inmesine gerek yokmuş. Hiç belli etmeden, küçük küçük de gelebilirmiş helak. Anlıyoruz ki, bizim helakimiz, kendimizden başkası değilmiş...
sf. 82

 
* "Biz, babamızla oğlumuz arasında, yalın bir aracıyız aslında. Hatırlananla, hatırlayacak olan arasında bir boşluk. O boşluğu yalnızca kadınlar doldururlar, biz kendi hayatımız zannederiz..."
sf. 84

* Acemi bir hayal kurucu olarak takılıp kaldığım yerde, bir ateşböceği gibi yalnızca kendisi için yanıp sönmek elbette gücüme gidiyordu...
sf. 89

* Şu kocaman dünyanın, aslında insanın kendi küçük çevresinden çok daha fazlasını barındıramadığına, barındıramayacağına inanıp, hayatı hep uzak bir yerde arama gafletinden kurtulabilirdim. "İnsan daha başlangıçtan itibaren, kendinde durmayı bilmeli" diye geçirdim içimden. "Çünkü kendinde durmayanın bir adresi yoktur. Ve eğer insan kendisini bir adres olarak gösteremiyorsa, ona postalanacak bütün mektuplar, bir kere bile açılmadan geri dönerler."
sf. 93

* Tarih, yani çulluklar gibi kanadını yıllara çırpıp duran o sahtekar yosma, hiç boşuna uğraşmasın cesaretle mazgallara tüneyen korkaklık arasındaki farkı anlatmaya. Uğraşmasın, çünkü ben, cesurun kanından sızan katili de, korkağın göğsünde saklanıp duran zanlıyı da, ilk insanın oğullarından beri tanıyorum. Herkes, kendi faniliğine bahaneler aradı bunca zaman; bazen katil koydular o faninin adını, bazen fatih, bazen hekim, bazen rençper ve aşık...
sf. 105

Piruze-Şam'da Bir Türk Gelin / Sinan Akyüz / Alfa Yayıncılık









Adı               : Piruze-Şam'da Bir Türk Gelin
Yazar           : Sinan Akyüz
Çeviren      : -
Sayfa           : 453
Yayınevi     : Alfa Yayıncılık
Baskı           : 3. Baskı
Fiyat           : 19,00 TL



* Artık bir aşık gibi hayalci değilim. Bir sümbül gibi üzüntü damlaları dökmüyorum. Uzunca bir süre geleceği hayal bile etmedim. Tam aksine geçmişi hatırlamak istedim. Hüzün sanki güzelliğime yaraşan bir şiir oldu.
sf. 5

* Aşk önce birleştirir, sonra ayırır. Yoksa başka nasıl büyürdük ki.
sf. 100


* Şeytanın baş döndüren şarabı gibi. İlk önce bizi aşklarıyla sarhoş edip başımızı döndürüyorlar, sonra da bizi, sızıp kaldığımız yerde terk edip gidiyorlar. Halbuki erkekler bilmiyorlar ki; aşk sarhoşluğuyla kafayı bulmuş kadınlar sağa sola yalpa vururlar. Bazen biz kadınlar yola yıkılırız, çamurun içine düşeriz.
sf. 135

* Artık ben, kırık bir aynadan başka bir şey değildim. Sanki her parçam, kendi hayatını yaşamaya gitmişti.
sf. 145

* Beden kadife bir elbiseye benzer. O kadife elbise bedene el değdikçe, ruh kendisini bulur. Beden kanlanıp canlanır. Ama gel gör ki, erkekler bu kadife elbiseli bedeni okşayacaklarına, gidip bu elbiseyi giyen başka bedenleri ararlar. O bedeni okşarlar. Bu beden anneleri de olabilir, sevgilileri de.
sf.171


* Bozulanlar, değişenler bedene ait duygularımız, huylarımızdır. Değişimin yaşandığı yer bedendir. Ölümsüz olan ruh ise hiç değişmez, başka bir şeye dönüşmez. Çünkü o ruh başka bir yere aittir.
sf. 172


* Su, susuzluktan deli olmuş bir kişinin gözü önünde ve kendisi de su içinde, fakat akıp giden sudan haberi bile yok.
sf. 276


* Meğerse aşk aklının ayağı yokluk deryasının içinde kırıkmış. İşin doğrusu aşkın bir mezhebi de yokmuş. Hatta aşkın mezhebi yetmiş iki dinden bile ayrıymış.
sf. 333


* Zaman içinde öğrendim ki, etrafımızda bir sürü sahte büyücüler yaşarmış. meğerse biz kadınlar da, o sahte büyücü heriflerin en sadık ve en aptal müşterileriymişiz. Onlardan ay ışığının altında saf aşk satın alırmışız. Satın aldığımız bu saf aşkın bedelini de kalbimizi onlara vererek ödermişiz. Sonra bir gün gerçekler ortaya çıkar ve bir de bakarız ki, büyüsüne kapıldığımı adam, kalbimizi paramparça etmiş, bizi yüzüstü bırakıp kaçmış.
sf. 399


* Bazı hayatlar zaman içinde bağlıdır birbirine. Çağlar içinde yankı bulan, eski bir çare ile zincirlidir ötekine.
sf. 399


23 Nisan 2012 Pazartesi

AZ / Hakan Günday / Doğan Kitap








Adı               : Az
Yazar           : Hakan Günday
Çeviren      : -
Sayfa           : 360
Yayınevi     : Doğan Kitap
Baskı           : 1. Baskı
Fiyat           : 19,00 TL


* '' Yatırcalı piç gebermiş!''
   Uyanmıştı. Ama uykusu her nereye gittiyse, peşinden gitmek için canını verirdi.
sf. 17

* Keşke ''Velini çağır!'' diyebileceği bir okulda çalışıyor olsaydı. Ama bu okuldaki öğrencilerin velileri genelde ellerinde AK-47'lerle gelir ve ''Sana iyi bakıyor muyuz, hoca hanım?'' diyerek, istedikleri anda kötü de bakabileceklerini belirtirlerdi.
sf. 18

* Derdâ'nın Babası yoktu. Gitmişti. İstanbul'a. On iki yıl önce. Annesini hamile bıraktıktan dört gün sonra. Bir daha da dönmemişti. Ama en azından insaflı davranmış ve karısını yalnız değil, hamile bırakmıştı. Allahın, imanın ve iki şahidin huzurunda evlenmişler, dolayısıyla herkes gidince geriye bir de Allah kalmıştı. Onun da kadına yararı, ancak hayatının sonunda olacaktı. Çünkü tek duası şuydu: ''Allah canımı alsa da kurtulsam!''
sf. 23

* Köyün bütün kızları gibi, Fehime de bir çift gözden ibaretti. Doğunca açılan, ölünce kapanan bir çift göz. Ne ağzı bir işe yarayacaktı, ne de ses telleri.
sf. 39

* Doğru söylüyordu. En azından doğru söylediğini düşünüyordu. Çünkü dünyanın en çabuk geçen, geçer geçmez de en hızlı yakalanılan hastalığına sahipti: Umut.
   Birlikte ağladılar ve işe yaradı. Derdâ ikinci kaseyi duvara fırlatmadı ve çorbasını içti. .ekmek bile yedi. Mübarek haklıydı. Kız alışmıştı. Dünya üzerinde, öleceğini bildiği halde hayatta kalan bütün insanlar gibi...
sf. 41

* Bir kaç adım sonra ağzını kapadı, çünkü o güne kadar dünya üzerinde yaşamış ve yaşamakta olan her insandan ne kadar nefret ettiğini hatırladı. Çevresi onlarla doluydu. Kuşatılmıştı. İnsanlarla. Yanından geçip giden insanlarla. Önlerine çıktığı için hızlı adımlarla etrafından geçtikleri siyahlar içindeki kızı görmeyen ve acelesi olan insanlarla. Nasıl anlamıyorlar, diye düşündü Derdâ. Yanlarından geçiyorum. Buradayım, aralarında. Ama hiç birinin umurunda değilim. Görmüyorlar bile beni. Hepsi de kör olmuş. Ya da bu çarşaf, görünmezlik kumaşından...
sf. 55

*  Rahime'nin yüzünde daima bir gülümseme olurdu. Yüzü, gülümsediği bir anda tutkallanmış gibiydi. Gülümseyerek hareket eder, gülümseyerek yemek yer, gülümseyerek namaz kılardı.
sf. 66

* Filmin bundan sonrasında Yatırca doğumlu Derdâ'yla Londra doğumlu Stanley konuşmadılar ve sadece bağırdılar. Biri korkutmak için, diğeri korktuğu için. Doğu'yla Batı arasında ne oluyorsa, Derdâ'yla Stanley'in arasında da o oldu: Tehdit ve teklif. Ceza ve ödül. Umursamazlık ve şiddet. Sadizm ve mazoşizm.
sf. 99

* Derdâ, eroinin deneme sürüşü dönemini yaşıyor ve önündeki kitaplardan okuduğu bütün dilbilgisi kurallarını aklında tutabiliyordu. Ancak eroinin deneme sürüşü biraz farklıydı. Bütün markalarda arabayı deneyip sonra da satın almadan kenara çekip inebilmek mümkündü. Ama eroin marka bir arabanın deneme sürüşü, ancak bir kazayla sonlanabiliyor ve içindeki hala hayattaysa bir de o hurdayı satın alması gerekiyordu. Yani hayatta kalmanın bedelini ödemesi.
sf. 125

* İnsanüstü demek, insanın üstündeki demekti. Yani hava. Dolayısıyla refakatçilerin de en az hava kadar, kollarına girdikleri bağımlıları yargılamamaları ve o hava kadar yanlarında olmaları şarttı.
sf. 162

* Tabii hiç biri orada olmazdı (Rehabilitasyon Merkezinde) eğer 1874 yılında C.R.Alder Wright adlı kimyager, ağrı kesici bir ilacın peşinde koşarken morfine karıştırdığı çeşitli asitlerle eroini icat etmeseydi.
sf. 171

* Ve herkes görünene aldanmaya hazırdı. Çünkü görünene aldanmak, hayatı dayanılır kılmanın şartıydı...
sf. 173

* Ağlamaktan gülmeye geçiş hızında rekortmen bir coğrafyanın tohumu olarak, nefretten acımaya da bir saniyenin altında yolculuk etmişti.
sf. 195

* O günden sonra Derda, Hücre hücre öldü ve gün gün yaşlandı. Çünkü derdi, korkuyu beklemekti. Ve korkuyu beklemek, korkudan beterdi. Bir zamanlar birinin yazdığı gibi...
sf. 222

* Abdullah'ın gizli bir geveze olduğunu anladı. Bütün gizli gevezeler gibi yanında sadece bir kişi varken konuşanlardandı. Kalabalık bir kahvehane masasının etrafında derin derin susarken, herkes kalktıktan sonra geriye kalan son adamın iki kulağını delecek kadar konuşurdu.
sf. 235

* Herkesin öyle bir hikayesi yok muydu? Başlayıp da bitiremediği. Çünkü kimsenin dinlemediği... İçine atmak, diye bir şey varken, anlatmaya ne gerek vardı? İçine atıp şifonu çekmek varken. Alkolle dolu bir sifonu...
sf. 285

* Görmekten bıktığı bir yüzü görebilecek kadar sarhoş olmaya gelmişti.
sf. 285

* Eğer nereye gittiğini bilmeden yürümek ilerlemekse...
sf. 285

* Anne'in aklında sadece ölmek varmış. İntihar etmek. Herhangi bir nedeni olduğundan değil. Bütün hayatı bir neden olduğundan. Yaşadığı her şey yüzünden. Bazı insanlar böyledir. Diğerlerine göre çok daha kırılgan olurlar. Ölümü sırtlarında bir çanta gibi taşıyıp yorulduklarında önce onu açarlar.
sf. 346

* O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az...
   Sen de fark ettin mi? Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arsında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi...
   Bu yüzden, belki de, az çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de, seni az tanıyorum demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. Bilmesem de, öğrenmek için her şeyi yaparım, demektir. Belki de az, her şey demektir. Ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir...
sf.